Mimar Bülent Bardak Bodrum’a İkincilik Ödülü İle Döndü

Mimarlar Odası Ankara Şubesince Teoman Öztürk anısına  düzenlenen ‘Mekan Öyküleri 2018′ yarışmasında Bodrumlu mimar Bülent Bardak ikincilik ödülü kazandı. İkincilik ödülü kazanan Bardak şunları dile getirdi;“Karaada, Kissebükü, Adaboğazı, Mazı, Çökertme, Akdeniz gölü, Küdür hala       göz’altında. Tilkicik, Suluhasan tepesi, Göktepe, Frenkazmağı, Kefaluka, Zeytinli kahve, Şalvarağa tepesi, Çetili burnu, Saplı burun, Cennet koy, Değirmen burnu, Usuluk tabiat parkı, Akyarlar, Tavşanburnu ve en son Aspat gibi onlarcası insanı, kayası, ağacı, kuşu, kurdu, çiçeği, böceği, denizi, balığı, bulutu, yıldızı birlik olup direnemedi ve coğrafyamızdan koparıldılar…. Dibek Kayaları’nın Şerefi başkaldıramayan tabiata saygıya davettir.”

“DİBEK KAYALARI’NIN ŞEREFİ”

Kavşaktan sağa döndüm. Toplantıyı neden burada yapıyorlardı ki? Kasaba
merkezinde herkesin kolayca gelebileceği, hem de garaja yakın Belediye Meclis Salonu
varken. “Kimse gelmesin mi isteniyordu acaba?” diye düşündüm. Fakat bu bir bilgilendirme
ve görüş alma toplantısıydı; karar filan alınmayacaktı ki nihayetinde.
Kafam bunlarla meşgulken bir yandan otoparkta boş yer gözlüyordum. “Epey
kalabalık olacak galiba,” dedim ortalığa bakarken. Kültür Merkezinin önündeki avluda
biriken kalabalığı görünce, “İşte,” dedim “topraklarımıza sahip çıkmayı öğreniyoruz yavaş
yavaş olsa da.” Park yerinden o tarafa doğru yürürken resmi plakalı araçlardan elleri
dosyalı dokuz, on kişi iniyordu. “Hoş geldiniz, merhaba!” sözleri arasında yanımdan geçen
orta boylu, gözlüklü biraz da okumuş halleri olan, saçları ağarmaya yüz tutmuş, kırk
yaşlarında var yok birinin “Bunlar mı parselliyormuş bizim buraların geleceğini?” diye
fısıldadığını duydum yanındaki elleri nasırlı, yüzü tuz yanığı denizciye…
Hep birlikte salona girdik. Pansiyoncular, otelciler, bağ bahçe sahipleri, mimarlar,
plancılar, köfteciler, dolmuş şoförleri, mühendisler, muhtarlar, belediye meclis üyeleri,
turizmciler, çevreciler, tiyatrocular, barcılar, bakkallar, inşaat ustaları, balıkçılar,
öğretmenler, çiftçiler, arkeologlar, doktorlar, denizciler, neredeyse her kesimden birileri
salondaydı. Sahnedeki uzun masaya elleri dosyalı yedi kişi yerleşmeye çalışıyordu.
“Yetersiz altyapınız da tamamen ihtiyaçları karşılar duruma getirilecek bu plan
uygulanırsa,” diye bitirdi masanın en ucunda oturan kravatlı beyefendi sözünü. Son
konuşmacıydı bakanlığın yaptığı plan taslağını anlatan. Toplantıyı yöneten valilik temsilcisi
salona dönüp kısık bir sesle “Evet, şimdi söz sırası sizlerde. Arkadaşlarımız görüşlerinizi
not alacak ve planımıza son şeklini verecekler,” dedi. Kısa bir sessizliğin ardından eller
kalkmaya başladı. Yapılaşmanın düzensizliğinden tabiatın korunmasına, tesis ihtiyacından
kıyıların işgaline, köy evlerinden bölüşülemeyen miras tarlalara, toplu ulaşımdan dolmuş
ücretlerine, çöp sorunundan para etmeyen mandalinaya kadar, bir sürü şey söylenirken
arkamdaki sırada oturan ve gömleğinin en üst düğmesi de ilikli yetmişlerinde bir amca “Eli
çantalıları başımıza musallat edecek bunlar, imar mimar istemiyorum ben,” diye
homurdandı. Ön taraftan birkaç kişi masadakilerle tartışmaya giriştiklerinde arkalardan
kulağıma tanıdık gelen bir ses yükseldi “ Bunlar kime yarıyor, bunu konuşalım.
Topraklarımızı satmıyoruz işte; ne yapacaksınız bakalım. Hani yalıdaki Koca burun sitti,
efendileriniz alınca ağacını böceğini oradan göç mü ettireceksiniz? Durup duruyorlar
orada, oyun bunlar oyun!” Döndüm, girişte yanımdan geçerken fısıldamalarını duyduğum
orta boylu, gözlüklü kişiydi konuşan. Kardeşimmiş gibi hissettim; anlatacağı çok şey vardı.
Oturup iki çift laf etmeliydik.
Homurdanmalar arasında salondan çıkmaya yönelmişken biri mikrofonu alıp “Bir
duyurumuz var. Yarın başlayacak olan ‘Halikarnas Balıkçısı’nı Anma Etkinliklerimize’
hepiniz davetlisiniz, bekliyoruz,” dedi zar zor duyulan sesiyle.
Çıkışta bekledim biraz. Öfkesini acıyla harmanlamış bir yüzle gelirken önüne çıkıp,
“Merhaba, bu meseleler görülenden başka türlü şekilleniyor. Asıl dert edinmemiz gereken
şey bunu insanlara nasıl anlatacağımız konusu,” dedim. Tanıştık. Kasabanın kuzey
taraflarındaki dağ köylerinden birindenmiş annesi, babası da kasaba merkezinden.
Hayatının çoğu dışarda okumakla geçmiş, ilkokul, orta, lise derken üniversite ve hatta iş
hayatının uzunca bir bölümü. Döndüğünden beri ‘başka bir yol olmalı’ deyip durmuş
kendine. Çocukluğunun geçtiği toprakların insanıyla beraber canına okunduğunu
söylerken gözleri doldu. Belli ki öfkesini acıyla büyütüyordu olup bitenler karşısında. “Bir
bilseniz bu toprakların insanları yürekleriyle neler besleyip büyüttüler bizler için ve şimdi bir
koca buldozer hepsini kökünden kazıyıp atıyor. Denizcilerin kahvesinde olurum perşembe

akşamları, uğrarsan konuşuruz.” Söyledikleri içimi kanatmıştı. “Uğrarım tabii ki, görüşelim,”
deyip ayrıldım yanından. Eve dönerken “Olup biten şeyler onun yaşadıkları aslında,” diye
düşündüm. Karşı durulması gerekenin ‘üzerinden dozer geçirilen hayatlar’ olduğunu ne
güzel anlatıvermişti.
Perşembe günü kaç çay içtik, sayamadım. Durmadan anlatıyordu.
“Dedemle anneannemin, her ikisinin de yetmişli yaşların demlerini yaşamaya
başladıkları yıl, oğulları yani dayım mandalina işine girmiş ve aşağı harımdaki bağ evine
taşınmışlardı yukarı köyden. On beş yıl kadar önce harımın ortasından, kocaman portakal
ağacının önce dalları sonra kökleri yerinden yurdundan sökülüp atılarak açılan şosenin
yanına yapılan ve ‘mağaza’ dedikleri atölyenin bir tarafında hızarla keresteler doğranır,
diğer tarafında iki gözlü mandalin kasaları çakılırdı. Kasım, aralık gibi sabah başlanan
kesimde toplanan mandalinalar gecenin ilerleyen saatlerine kadar, gazlı lüks lambası
ışığında boylarına göre kasalara dizilir, kapatılır ve gelecek kamyonu beklemek üzere üst
üste istiflenirdi.
İlkokuldaydım. Her on beş tatilin en az bir haftasını yukarı köydeki dede evinde
geçirirdik. Bahçesindeki dut ağaçlarının yağmurda ıslanan yapraksız dalları geceleri çocuk
yüreğimi ürpertirdi. Küçük pencereli kiremit çatılı iki gözlü evin güneye açılan kapısı içerde
ocak yanarken bile kapanmazdı gündüzleri. Batıya bakan pencerenin içine kitap ve defter
sığar dışardaki güneş ve yağmur kokusu eşliğinde tatil ödevlerini yapardım. Yolun altındaki
evde otururdu dayımlar. Köyün okuluna giden yaşıtım üç çocuğuyla inekleri tarlaya
götürmekten çeşmeden su taşımaya, dağlarda mantar aramaktan bahçe sulamaya
neredeyse her işte beraber olmak ‘bir işe yaramak’ hissi yaratır ve keyif duyardım.”
Babası sendikacıymış. O zor yıllarda ikramiyesini vermeden emekli etmişler; onlar da
buraya dede evine taşınmışlar Muğla’dan. Bir yıl sonra üniversiteye başlamış Ankara’da. O
yılları hatırlatan uzunca bir sessizlik oldu ve bir sonraki buluşmamıza kadar sürdü içimde.
Bir sonraki perşembe denizciler kahvesine yürürken oda sekreterimiz aradı. İptalini
istediğimiz plan bölgesine keşif yapılacakmış dört gün sonra. “Keşke hayatın içinden canlı
bir tanık ifadesi sunabilsek dosyada,” diye düşündüm. Peki ya anlamazlarsa ve de teknik
bir dolu laf arasında kaynayıp giderse… Vazgeçtim hemen.
Kahveye geldiğimde çayını yudumluyordu. Beni görünce “Bir çay daha,” diye
seslendi. “Merhaba!” deyip oturdum masaya. “Bugün kendimden bahsedeceğim,” dedi.
Yine uzaklara bakıyordu konuşurken.
“Annem Muğla’da işe başlayan babamla evlendikten bir yıl kadar sonra doğmuşum.
Çocukluğum ve ilk gençliğim orada geçti. Her bayram ve yaz tatilinde önce Bodrum’daki
dedemlere, ardından anneannemlere, Dirmil’e geçilir, Ford minibüslerin yaylı pikaplarında
çalan 45‘liklerin tamamı dört, dört buçuk saat süren Muğla-Bodrum yolunda birkaç kez
dinlenirdi. Çoğu tatilde doğrudan dayımlara geçer anneannem ve dedemin yaz başında
taşındığı Firenkazmağı’nda mandalina bahçesindeki sofalı tek göz evde onlarla kalırdım.
Dolaplı kuyunun çat-çatları eşliğinde sulanan bahçenin deniz tarafında anneannemim
çukalede yaptığı börülceyle domates, biber, patlıcan sabah gün doğmadan dokuma
torbaya toplanır, ince dikenleri kuyu suyuyla yıkanmış tadına doyulmaz firencirlerle dolu
sepetle birlikte fırının yanındaki pinar ağacının alt dalına asılırdı. Uyandığımda ilk
gördüğüm dokuma torbanın parlak sarı püskülleri ve sepet olurdu. Köye kayalardan,
denizden, erişte dolu kıyıdan geçen patika yoldan gidip gelinir ahtapot burnu diye bilinen
deliktaşta mutlaka durup soluklanılırdı. Şoseye çıkılan Kösmerlik meydanındaki bakkal
kahveden bisküvi arası lokum alınır yolda toplanan göz hakkı incir, armut ve üzümler
doğrudan eve götürülürdü. Bir keresinde topladığımız ham armutları gören dedemin “Bir
daha yapmayın,” uyarısını hiç unutmadım. Azmakağzına sepet, kayalık önüne bırakma,
ahtapota dalma ya da aykaranlıkta panaz boş dönmediğimiz avlarımızdı.”
İki çay daha söyledik. Devam etti anlatmaya.
“Sokakların cıvıl cıvıl hareketlendiği, uzayan yaz tatili günlerinde Hüseyin Dedemin
yanında kasabada kalırdım. Kışla Dağı yamacındaki harıma elleriyle diktiği fidanlara

“verecekleri zeytinleri görmeye ömrünün yetmeyeceğini bile bile” gözü gibi bakardı. Ekiz
kuyudan doldurduğu su tenekelerini eşeğine sarıp kavurucu temmuz sıcağında yola
düşerek fidanlarına götürmelerini hatırladıkça hala yüreğim kabarıyor. Onun amca
çocuklarından Arif amcanın bitişik tarlada ektiği nohutların bir kısmını kurdun-kuşun hakkı
diye toplamayıp bırakması hele hayvanlarını suladığı yarım bidon yalakların başında
“Tarlanın bekçisi saydığı karayılan suyunu içip gitsin,” diye beklediği sulam vakti
hikâyelerini unutmak mümkün mü?
On-on beş dakikada inerdik hala oğluyla Paşatarlası sahiline. Akşamdan hazırlanmış
sübyalar, olta takozları, ekmek, peynir, zeytin, küçük bir havlunun konduğu sepetle birlikte
palet, zıpkın ve maskeyi alır çıkardık evden daha güneş doğmadan. Önce kumsalda
bırakma yapar oltayla şansımızı denerdik. İzbirna çok olurdu yandaki kayalıkta,
kollamazsak misinayı kırkıverirlerdi anında. Sahilin doğusundaki Şalvarağa burnunun
denize uzanan sığlığında epey oyalanırdık. Suyun bir karış dibinde, burnun neredeyse
tamamını saran yassı kayanın altında saragozlar parıldadıkça zıpkınla debelenip dururduk
‘Bari birkaçını alalım,’ diye. Bazen ahtapota rastlardık; o vakit kıyıya çıkılırdı çarparak
temizlemek için, hem de kırk bir kere. Eve döndüğümüzde hava kararmış olur kahvenin
önünden geçerken ipe dizdiğimiz ne varsa caka satarak gösterirdik.”
Perşembe’yi iple çektim. Ona şu plan davasında yapılan keşif gününü anlatacaktım.
“Her zamanki gibi erkenden gelmiştir ve çayını yudumluyordur herhalde,” diyordum
içimden. Hayret, henüz gelmemişti. Aynı masaya oturup beklerken ‘ev pansiyonculuğu
yapılamaz’ diyen planın kimlere yarayacağı sorusuna bilirkişi heyetinin verdiği cevabı
hatırlayıp keyiflendim. Başaramayacaklardı. “Ne oldu seni bu kadar keyiflendiren?”
sorusuyla kendime geldim. Öylece karşımda durup merakla bakıyordu. “İki çay,” diye
seslenip oturdu. Keşif gününü anlattım heyecanla ve “Başaramayacaklar,” dedim kararlı bir
şekilde. Arkasına yaslandı, bir süre uzaklara baktı sonra eğildi ve yavaşça “Bu hikâye
devam edecek, koyverme kendini ve sıkı durmaya devam et,” dedi bilgece. Sustum. Söz
onundu yine.
“Mağazada hızar yıllarca kereste biçti, binlerce kasa yapıldı. Taşıdığı mandalina
kokularını salarak yüzlerce kamyon tozlu şosede iz bıraktı.
Mağazanın yanından yukarı köye çıkarken içinde küpü ve sapından iple bağlı
maşrapasıyla gelip geçenin su içtiği, beyaz badanalı ve bir heykel gibi duran musluğun az
ilerisinde köylülerin buğday dövdüğü dibek kayalığı vardı. Üzerindeki oyuk izlerinin
benzediği şekilleri keşfetme oyunu bilinmedik hayali anlamlarıyla alt üst ederdi algılarımızı.
Daha yukarıda Kanca deredeki yıkık su değirmeninin parçalanmış çarkının şarıldayarak
nasıl döndüğünü hep merak etmişimdir.
Kasabadan köye gelen taş kaplı yolun aralarından geçtiği yel değirmenlerinden
birkaçı bazen yelkenlerini açarak körekten yaptıklarımız gibi rüzgara yol gösterirlerdi. Hele
yalıkıyısında tek başına olansa deniz rüzgârını doldurmasın görsün, tirhandillere nispet
edercesine gıcırdayarak yelken basardı uçarcasına.
Kasabanın ilk gençliğimizdeki unutulmaz izlerinden birisi de sinema geceleriydi. Üç
yazlık sinemanın birinde mutlaka ilgimizi çeken bir film oynardı. İçine leblebi doldurulmuş
mindos gazozu yudumlayarak ne filmler izledik mahalleden arkadaşlarla… Çölde kaybolan
çocuk, Vurguncular, Sanchez’in çocukları, 002 Yavru ile Katip, Zoro, Üç Silahşorlar,
Arkadaş, Tarkan… Oynasalar bir kez daha izlerim şimdi. Sinemadan çıkılıp mendireğe
gidilirdi. Tüm heybetiyle denize uzanan Kale’nin yanından tırmanılan mendirekte gece
yarısı düdüğünü çalarak demir alan denizyolları vapuru adeta uğurlanır, ıslıklar ve
alkışlarla yolcu edildikten sonra eve dönülürdü Dere Sokaktan. Karanlıkta da olsa gece
sohbetleri süren kapı önlerinden ve çadırlar kurulu kamping bahçelerinden geçilir,
evdekiler uyumadan yetişmek için acele edilirdi.”
Birkaç kez daha buluşup konuştuk Denizciler Kahvesinde. Anlattıklarını yazacağımı
söylediğimde, “Herkesin hikâyesi bunlar,” dedi ve ekledi: “Onlarcası var anlatılmayan,

bilinmeyen.” Yan masadakileri işaret ederek, “Bak, Kissebükü için imza toplanıyor;
bilinmiyor mu sanki oranın hikâyesi? ‘Sattıramayacaksınız,’ demiştim ya o gün toplantıda,
dün birileri aradı Farilya yolundaki zeytinlik için. Görüşmek istiyorlar.” Kalktı yan
masadakilere selam verip kâğıda imza attı. Meydana doğru yürürken dönüp “Bir kaç ay
yokum buralarda” dedi, “Sağlıcakla kalın”.
Eve dönerken kafamda deli sorularla geçtim kalabalığın ve yüksek sesli müziğin
doldurduğu caddeden. Uzun süre uyuyamadım o gece; acaba hikâyenin geri kalanı
kimlerdeydi?
Trafik her geçen gün daha da artıyordu dört şeride çıkarılan bu yolda. Müsgebi’ye
varmadan, geçen yıl yapılan akıllı kavşaktan yukarıya değirmenlere doğru döndüm. Sanki
taş döşeli yolda ön camının altında ‘Gel Gezelim’ yazılı yeşil bir cip geçer gibi oldu
yanımdan. Tepeye yaklaştıkça kekik kokulu rüzgârlarla ufka yelken basan değirmenler
görünüp kayboldu. Yol taş döşeli olmalıydı fakat siyah asfaltın sıcağı yüzümü yakıyordu.
“Neler oluyor?” derken dozerleri gördüm açılacak tünelin önündeki vadide kayaları
sürükleyen. Buralıların hâlâ ‘kavak’ dediği çınarların altındaki çeşmenin yanında durdum.
Bayram tatillerinde köyden kasabaya dönerken saatlerce minibüs beklediğimiz koca
zeytinin gölgesi ilişir gibi oldu gözüme dönemeçte, şose kenarında. Çeşmenin buz gibi
akan suyu birden kesildi ben arabadan inince; belki de yıllardır akmıyordu; bilemedim.
“Toplantıda ak saçlı amcanın bahsettiği Kocaburun şu karşıdaki çetilik galiba,” diye geçti
aklımdan. Uzaklarda zar zor seçilen kıyıda değil miydi deliktaş? İlerideki kiremit çatılı evleri
görünen köye çıkan yoldaki yıkık su değirmeni hala duruyor muydu yoksa? Birden İbrahim
Dedenin o yağmurlu bahar günü, hasta haliyle, mağazayı yıkarak üzerinden geçen asfalt
yolun kenarında, bir aşağı bir yukarı yürüyerek atmaya çalıştığı iç sıkıntısını nasıl itiraf
ettiğini hatırladım. “Belediyeciler makinaları saldılar, dibek kayalarını kırıyorlar. Bak, dinle
çığlıklarını. Yol açacaklarmış… O kayaların bir şerefi vardı be oğul!”
Yoldan sirenleri öterek bir ambulans geçti hızla ve karşıdaki evin yüksek duvarlı
bahçesinden köpekler havladı. Radyodan bir türkü çalındı kulağıma o anda, “Kaymakam
baskısı Halil’im, aman aldı yürüdü.”
Hangi tarlaydı Arif Amca’nın nohutların bir kısmını kurda kuşa bıraktığı, hangi dibek
kayalarıydı İbrahim Dedenin şerefinden bahsettiği, hangi şoseydi mağazanın yanından
geçen, hangi burundu saragozların parladığı, hangi köy eviydi penceresinde ödev yapılan,
hangi bahçeydi dolaplı kuyuyla sulanan, hangi musluktu beyaz badanalı heykel gibi duran,
hangi deliktaştı ahtapot burnu denen, hangi zeytinlerdi Hüseyin Dedenin tenekelerle su
taşıdığı, hangi değirmendi deniz rüzgârıyla yelken basan, hangi sinemalardı mindos
gazozu yudumlarken film izlenen, hangi mendirekti vapurlar uğurlanan? Hangi… Hangi…
“Bu toprakların insanıyla olan can yoldaşlığıdır kaybedilen,” diye fısıldadı bir ses.
Başımı çevirdim, bir karaltı havalandı yakındaki çalılardan keklik ürkekliğinde. Bakakaldım
ardından, sonra gökyüzünde rüzgârlara asılan martılara takıldı gözüm. İçim sızladı.